8 Ocak 2013 Salı

TKL 309


Kadıköy'de bir akşam vakti, henüz rakı işine girmeden, güzel kardeşim Mercan ile bir dersin finalini el birliği ile kah gülerek kah hüzünlenerek ama daha çok gülerek yaptık. Esasında verilen ödev şuydu:

"TKL 309 Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri (final sınavı yerine geçecek ödev)
(Cevaplar 07.01.2013 Pazartesi günü saat 17:00’a kadar bana ya da bölüm sekreterliğine imza karşılığı teslim edilecektir. Mail yoluyla gönderilen ödevler kabul edilmeyecektir)
Ekteki metinde Tuğrul Tanyol, Adnan Özer, Seyhan Erözçelik ve Metin Celal Turgut Uyar’ın “Geyikli Gece” şiirini bir tür yeniden yazmaya tabii tutarlar ve şiirin hipertekstlerini oluştururlar. Benim sizden istediğim öncelikle bütün örnekleri okumanız ve daha sonra bu “yeni” şiirlerden bir tanesini seçerek bunu orijinal metinle karşılaştırmanız. Bu karşılaştırmayı yaparken yapılan eksiltmelerin ne tür sonuçlara yol açtığına bu eksiltmelerin bize şairlerin poetikaları hakkında bir ipucu verip vermediği noktalarına dikkat etmeniz gerekiyor. Dilerseniz orijinal metni merkez alarak iki “yeni” metni de karşılatırmalı olarak inceleyebilirsiniz. Sizden beklediğim ortaya çıkan metinler  ve orijinal metin arasındaki farklara (özellikle şiirleştirme yöntemlerine ve şiir anlayışlarına dair) işaret etmeniz.
(sayfa sınırı: 5 A4 sayfası Times New Roman 12 punto çift aralık).
Kolay gelsin. "     

Ama kendi hipertekstimi oluşturup onun üzerinden bir değerlendirme yapmanın, daha önceden derste yaptığım taşkınlıkların şanına yaraşacağını düşündüm. Örneğin, aynı dersin vizesinde Ahmet Haşim ile ilgili bir soruya, Ahmet Haşim bu coğrafyanın en derin gölüdür diye cevap verdim. Yine başka bir derste Orhan Veli ve Ahmet Haşim tartışılırken yaptığım ufak çıkışın üzerine şöyle bir mail attım:
Orhan Veli'nin "İstanbul'u dinliyorum" Şiirini Konuşurken "Ahmet Haşim kafası" diye Feryat Etmeme Dair:

Kendimi ifade hususunda büyük dertlerim var. Bilinçaltı ve bağımsız çağrışımlardan muzdaribim. Freud şu halimi görse "gel kızım bu bilinçaltı kusmuğunda beraber boğulalım" derdi. Diğer yandan da topluma karışamayışıma ufaktan hüzünlenirdi sanırım. Durum genelde şöyle cereyan ediyor: Konuşulan konu akıp gitmekteyken ben bir kelime yahut bir hissiyata kilitlenip, bunları bilinçaltımda hızlı bir şekilde bağımsız çağrışımlarla eşleştirip bazı kelimeler sarf ediyorum. Genelde kısa ve yüklemsiz cümleler çıkıyor ortaya. "Ahmet Haşim kafası" örneğindeki gibi. Sonrası daha da ilginç. Sarf ettiğim kelimeler ile konuşulan konu arasında ben de bir bağ kuramıyorum. Dolayısıyla karşımdaki beni anlamak için bana sorular yöneltse de elimde verecek cevaplar olmuyor. Yalnız üzerine düşününce -ki bu düşünme eylemi bazen günler alıyor- nereden nereye bağlandığımı bulabiliyorum ama mevzunun üzerinden çok sular aktığından pek bir değersizleşiyor fikirlerim. 

Sözün özü, ben Haşim'i zihnime soyutluk, anlamda kapalılık ve sembollerin yanı sıra beş duyuya aynı anda seslenebilen bir şair olarak imlemişim. Orhan Veli'nin bu şiirinde de kafaya hitap etmek yerine beş duyuya hitap ettiğini hissedince, biraz da kendi manifestosunu yıkmasının gazına gelince "Ahmet Haşim kafası" çıkmış bulundu ağzımdan..

Not: Size bu maili yazmamın sebebi mandalina kafası sanırım..

Bir dönem bu sancılarla geçtikten sonra finalde üzerime düşeni yaptım ve bu ödevi hazırladım:



              GEYİKLİ GECE
            (Üzerime vazifeymiş gibi…)
           
Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
            Her şey naylondandı o kadar
            Ve ölünce ikişer üçer ölüyorduk güneşe karşı
            Ama geyikli geceyi bulmadan önce çocuklar gibi korkuyorduk.

            Geyikli geceyi hep bilmelisiniz
            Yeşil ve yabani uzak ormanlarda
            Güneşin şehir bitiminde batmasıyla ağırdan
            Hepimizi vakitten kurtaracak

            Bir yandan toprağı sürdük
            Bir yandan kaybolduk
            Büyük şehirlerden
            Gizlenerek yahut döğüşerek
            Geyikli geceyi kurtardık

            Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
            Üç ev görsek bir şehirden kaçıyorduk
            Üç güvercin görsek İsfahan geliyordu aklımıza
            Sokaklarda gezmekten hoşlanıyorduk akşamları
            Kadınların kocalarını aramamasını seviyorduk
            Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz
            Bilir bilmez geyikli gece yüzünden

            “geyikli gecenin arkası ağaç
            Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
            Çatal boynuzlarında bir ay ışığı”
           
            İster istemez aşkları hatırlatır
            Eskiden uzun adamlar ve aşklar olmuş
            Şimdi de var biliyorum
            Bir seviniyorum düşündükçe bilseniz
            Dağlarda geyikli gecelerin en güzeli

            Hiçbir şey umrumda değil diyorum
            Aşktan ve umuttan başka
            Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
            Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece

            Biliyorum gemiler götüremez
            Neonlar ve teoriler ışıtamaz yanını yöresini
            Örneğin kadıköy’de oturur içerdik iki kişi
            Ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek
            Öpüşlerimiz yavaştan ısınırdı
            Koltukaltlarımız git gide tatlı gelirdi
            Geyikli gecenin karanlığında

            Aldatıldığımız önemli değildi yoksa
            Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak
            Duvardaki yazıyı ve yeni şeyleri
            Sadece yadsımak için seviyorduk
            Kötüydük de ondan mı diyeceksiniz
            Ne iyiydik ne kötüydük
            Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
            Başta ve sonda ayrı olduğumuzdandı

            Ama ne varsa geyikli gecede idi
            Bir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan
            Bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda
            Beton yığınlarının önünde garipsiyorduk
            Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte
            Hüznümü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
            Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
            Yahut bir adam bıçaklasak
            Yahut sokaklara ağlasak
            Ama en iyisi çoraplarımızla koşardık
            Gider geyikli gecede uyurduk.

            “geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede
            İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı
            Sultan hançerleri gibi ay ışığında
            Bir yanında üst üste kayalar
            Öbür yanında ben”

            Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım
            Yeni şeylerle tutunamıyoruz
            Tavla pulları ve soğuk yatsılar
            Sevinsek de sonunu biliyoruz
            Borçları kefilleri ve senetleri unutuyorum
            İkramiyeler bensiz çekiliyor dünyada
            Daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum
            Oturup uzun bir adamı kendim için yakıyorum
            İyice yakıyorum ellerini
            Bir bardak şarabı kendim için içiyorum

            “Halbuki geyikli gece ormanda
            Keskin mavi ve hışırtılı
            Geyikli geceye geçiyorum”

            Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum
                                               Merve Mergen
Hipertekst üreten şairlerin aynı zamanda okuyucu olma durumundan cesaret almak suretiyle “Geyikli Gece” şiiri için kendi hipertekstimi üretmeye karar verdim. Bu fikir ilk başta iddialı gelse de, Derrida’nın yazılan her metnin aslında bir çeşit hipertekst olma fikri bünyemde bir rahatlamaya yol açtı.
            Yeniden üretmeye çalıştığım bu şiirde yaptığım değişimlerin en belirgin sebebi genel hat itibariyle kişisel deneyimlerime, anılarıma, hayata karşı duruşuma ve beklentilerime bağlanabilir. İkinci temel nokta ise bir kadın olarak erkek kaleminden çıkan şiirin algımda yarattığı sapmaya dayanıyor. Hali hazırda ödevden bağımsız bir şekilde şiir okurken genelde yaptığım bir şey bu. Sanırım bu, bir okuyucu olarak şiirle hangi noktadan ilişkilendiğim ile alakalı. Şiirin içine duhul etme yöntemi olarak yazara yakın hissettiğim bir gerçek. Ne kadar doğru olduğu hususu ise tartışmaya açık.
            Şiiri birçok kez okuduktan sonra başlık hakkında uzun uzun düşündüm: “Geyikli Gece”. Geyikli gece bana ne ifade ediyor? Zihnimde ilk canlananlar ıssızlık, doğa, hayvan, uzaklık, azınlık, şehir olmayan, ışık, ışıksızlık, doğallık, ölüm, uyku ve kurtuluş oldu. Geyikli gece zamana dair bir şeyi imlemekten ziyade bir mekanı oluşturdu benim zihnimde. Şehrin ışıklı caddeleri gibi değil de, doğanın ortasında ama karanlık olmayan bir yer... Doğal aydınlık. Yıldız yahut ayın aydınlattığı bir yer. İki kişi olunabilen bir yer… Başlık kafamda bir giriş noktası oluşturduktan hemen sonra mısraları bu nokta üzerinden değişime uğratmaya başladım.

1.      Değişim: “Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı” mısrasını “Ve ölünce ikişer üçer ölüyorduk güneşe karşı” olarak değiştirdim. Vurguyu kalabalık değil, az olma durumuna çekmeye çalıştım
2.      Değişim: “Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan” mısrasını “Güneşin şehir bitiminde batmasıyla ağırdan” olarak değiştirdim. Medeniyet, şehirleşme, beton bloklar, yüksek katlı evler, insanların düşünemeden yaşayışı ve yaşama uğraşı sebebiyle “geyikli gece”den uzaklaşmasını anlatmaya çalıştım.
3.      Değişim:  “Gladyatörlerden ve dişlilerden” mısrasını eksilttim. Toprağı sürmek ve kaybolmak kısmının yeterince anlatmak istediğini anlattığını düşündüm.
4.       Değişim: “Gizleyerek ve döğüşerek” mısrasında gizleyerek kelimesi yerine gizlenerek kelimesini kullandım. Geyikli geceyi somut halinden söküp, zihnimde var olan geyikli geceyi kendimi gizleyerek kurtarmaya çalıştım.
5.      Değişim: “Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk/ üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza” mısralarını “Üç ev görsek şehirden kaçıyorduk/ üç güvecin görsek İsfahan geliyordu aklımıza” olarak değiştirdim. Şehrin olumlu anlamını yıkıma uğratıp, kendi yaşanmışlığım üzerinden İsfahan göndermesi yaptım.
6.      Değişim:”Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları” mısrasında, cadde yerine sokak kelimesini kullandım. Cadde genişliği, aydınlığı ve kalabalığı imlerken, sokak daha dar ve seyrek bir anlam katıyor. Şehir içinde var olmak zorunda olmamızdan mütevellit sancıyı bir nebze azaltmak adına cadde yerine sokak kelimesini seçtim.
7.      Değişim:  “Kadınların kocalarını aramasını seviyorduk” mısrasını “Kadınların kocalarını aramamasını seviyorduk” olarak değiştirdim. Aramamak sessizliğin ve sakinliğin korunmasını sağlıyor. Olumsuzluk ekini arama kelimesine yükleyerek cümlenin bütünün olumlu anlamını koruduğumu düşündüm.
8.      Değişim: “Eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş” mısrasını “Eskiden uzun adamlar ve aşklar olmuş” olarak değiştirdim. Bir kadın olarak, erkeğin yazdığı şiirde kendini konumlamasından doğan bir değişim. Uzun adam ise yine şahsi aşk tarihime ufak bir gönderme.
9.      Değişim:  “Gümüş semaverleri ve eski şeyleri/ Salt yadsımak için sevmiyorduk” mısralarını “Duvardaki yazıyı ve yeni şeyleri/ sadece yadsımak için seviyorduk” olarak değiştirdim. Hayatımda var olmuş ve yok edilmesinin bir noktadan sonra imkansız olduğu bu iki imgeyi seviyorum ama sevmemin nedeni bu imgelerle doğrudan kurduğum ilişki değil, yadsıyarak, olumsuzlayarak var olma çabası.
10.  “Kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında” mısrasını eksiltip, “Büyük oteller” yerine yine bir şehir olumsuzlaması olan “beton yığınları” tamlamasını kullandım.
11.  Değişim: “Yahut sokaklara tükürsek/ Ama en iyisi çekip giderdik” mısralarını “Yahut sokaklara ağlasak/ Ama en iyisi çoraplarımızla koşardık” olarak değiştirdim. Bu değişimin de tek sebebi zihnimde canlanan acı dolu anılardı.
12.  Değişim: “Domino taşları ve soğuk ikindiler” mısrasını “Tavla pulları ve soğuk yatsılar olarak değiştirdim. “Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık/ Gölgemiz tortop ayakucumuzda” mısralarını eksiltip, “Sevinsek de sonunu biliyoruz” mısrasına daha dolambaçsız bir geçiş yaptım.
13.  Değişim:  “Oturup esmer bir kadını yıkıyorum/ İyice kurulamıyorum saçlarını” mısrasını yine bir kadın olarak “Oturup uzun bir adamı yakıyorum/ iyice yakıyorum ellerini” olarak değiştirdim. Yıkamak eylemi yerine yakmak eylemini kullandım. Fonetik benzerlikten yararlanıp aslında anlamı bütünüyle kaydırmayı hedefledim.  “Geyikli gecede iki kişi olabilirdik ama beceremedik” algısını kurmaya çalıştım. Şiirin sonunda Turgut Uyar’ın uzanıp kendi yanaklarını öpmesi şahsi algımda yalnızlığı imledi ve bir adamı yakarak bunu vurgulamaya çalıştım.
Bu ödevi hazırlarken benden istenileni tam olarak verebildim mi bilmiyorum ama daha önce üzerine derinlemesine düşünmediğim bir Turgut Uyar şiirini sadece zihnimde değil, gerçek manasıyla kağıt üzerinde değiştirmek fazlasıyla keyifliydi. Sonradan yazdıklarımı okuyunca bu hipertekstin sadece benim tarafımdan anlatmak istediğim gibi algılanabileceğini diğer okurların ancak belli noktalarda üretilen şeyle bağ kurabileceğini ama daha ziyade mevzunun özünden uzaklaşacağını düşündüm. Zaten tüm şiirlerin başına gelen şey de tam olarak bu değil mi? Bir okur yahut bir eleştirmen olarak çoğu insanın gözden kaçırdığı nokta, kelimelerin her insanda farklı manalara tekabül etmesinden mütevellit tek ve değişmez anlamlar yaratamaması… Hipertekstimin ucuz duygusallıklar barındırdığının farkındayım ama okuduğum bir şiirin benim içimdeki yansıması bu şekilde vuku buldu. Ben de elimden geldiğince bunu anlatmaya çalıştım...


Mercan, iyi ki varsın!






28 Haziran 2012 Perşembe

Hayatı Çözümlemeye Yönelik Analizler Başlangıcı #1



"Yazmasam ağlayacaktım!"


Büyük şehir fenadır, insanı yorar dedi. Yahut -miş'li geçmiş zamanın hikayesini kullanmak daha uygun olur; demişti.Özne belli değil. Gelen geçen bunu söylüyor zaten. KLİŞE. Sus. Hainlik etme. Saygılı ol. Sevgi dolu bak. Şehir hayatını romantize ederek hayal üretimine devam. Durmak yok. İstanbul. Metropol. Bazı olguları kelimelere dökmek duygusallığı yok ediyor. Sevişmenin ilişkiye dönüşmesi gibi.. Zamane örnekleri. Eskiden olsa ilişkinin evliliğe dönüşmesi örneğini de verebilirdim. Eski değil yeniyiz.


112 diye bir otobüs var. Taksim-Altbostancı (Üstbostancı da olabilir). 112, on beş dakikada bir kalkıyor. Geçen çarşamba Beşiktaş'ta veda niyetine bir miktar içip, bugüne kadar başıma gelen talihsizlikleri bir bir anlatırken bu kadar soğukkanlı olabileceğimi hiç düşünmemiştim. Vakitsizlikten mi acaba? Bütün o senelerden elimde kalan kelimeler durumu o kadar anlatamadı ki.. Ben sahiden ifade yoksunu bir insanım. Benim kendimi ifade edebileceğim bir alan da yok. Hitabet san'atı da kıyafetsiz bünyemde. Çırılçıplak da olamıyorum anılarla; ilk gece sevişiriz sonra beni terkeder diye korkuyorum.


Ben kendimi anlatamayınca durumu daha da içinden çıkılmayacak bir hale sürüklememek adına "en iyisi eve gideyim, bu yolun sonu hayırlı değil" dedim. Otobüs durağına doğru yapılan ufak yürüyüşte toparlayabildiğim kadarını toparladım. Biraz daha yakıp yıkmış olabilirim, emin olamıyorum. Cüzdanımda "biraz para" vardı ama, onu biliyorum. On beş dakikada bir kalkan o güzide otobüsü tam kırk beş dakika bekledik. Ben ve ben ve benim şehir dışından gelen yeni arkadaşım. -Şehir dışından gelen yeni arkadaşımla sevişiyoruz.- Gelmeyince gelmiyor işte 112.. Biraz sarhoş muamelesine maruz kaldıktan sonra Taksim'e doğru taksi ile gidecek arkadaşıma eşlik etmeye, dolayısıyla bir miktar daha futursuzca kendimi yanlış anlatmaya karar verdim. Dolmuş. Sarı dolmuş, otobüsten daha pahalı ama eve yapacağım yürüyüşü elli adım kadar kısaltıyor. (acaba günde kaç adım atıyoruz? bir gün besmelesayacı ile sayacağım.) Arkadaşımla en kısa zamanda tekrar görüşüp salim kafayla beni anlamak üzere vedalaştıktan sonra dolmuştaki son boş yere oturdum. Hemen kalkacağı için kendimi şanslı hissettim.


Yolculuk bedelini ödemek için cüzdanımı açtım. Cüzdanımda varolan "biraz para" yolculuk için yeterli değilmiş meğer. "Yettiği yere kadar" da diyemiyorsun, nereye gitsen yedi lira istiyor kapitalist sarı dolmuş şöförleri. Bir buçuk lira için ezilip büzüldüm. Hemen yanımda üç kişilik bir arkadaş grubu ikamet etmekteydi. İki tane modaya uygun detayları es geçmemiş genç kız ve onlarla uyumu gözden kaçmayan, siyah çerçeveli gözlüğü ile kızlara eşlik eden genç adam.. Ancak ilişki durumu söz konusu değildi, zira adamın sol yanağında iç güveysinden hallice bir ben mevcuttu. Üç kişiydiler ve muhtemelen yeni yetmelerdi. Üniversiteye kapak atmaları karşılığında haftada bir Taksim'e düzenlenen akınlara katılmaya ve eve geç dönmeye hak kazanmışlardı sanki. Zenginlikleri ayakkabı, gözlük, çanta ve cüzdan detaylarından anlaşılıyordu. Halden anlarlar klişesine göz kırpıp cüzdanından dolmuş ücreti çıkarmakta olan kıza "kusura bakmayın, üzerimde nakit para yokmuş; varsa bir buçuk lira verebilir misin?" diye durumu özetledim. İnsani bir durum hani. Üstüm başım dilenci, şarapçı, orospu, sahtekar, kapkaççı, sarhoş, gaspçı, kumarbaz kokmuyor. Hem öyle olsa ne olur? Eve, işe, para, içki ya da günah kazanmaya gidiyor olsam ne olur? Gidiyorum işte! BİR BUÇUK LİRA. On liralık banknotunu bozdursan ne olur? Vermedi KALTAK. İnsani duyguları suratındaki benden ötürü daha gelişmiş olan adam "ben Yıldız'da ineceğim, daha az para alıyorsa benimkinin üzerini sana vereyim" diyerek az gelişmiş insanlığını toplumla paylaştı. Durumu bıyıklı, esmer şöföre aktardığımızda para üzeri vermeyeceğini ve sarı dolmuş olgusunun sosyo-ekonomik tanımını bir kez daha öğrendik. Yapılacak bir şey kalmadığına göre  sarı dolmuşun müdürüne içinde bulunduğum fantastik durumu anlatmanın vaktinin geldiğine kanaat getirdim. Derin bir nefes alarak, kelime aralarında bolca "AH, ŞEY, HMM, OF" gibi utanç belirteçleri kullanarak başladım, devam ettim, bitirdim. Kısa bir sessizliğin ardından, trafik kurallarına ve Aristo mantığına göre gözlerini yoldan ayırmaması gereken sarı dolmuş müdürü en arka köşede oturan bana doğru tüm vücudu, jestleri ve mimikleri ile dönüp "allah allah ya! CIK CIK" benzeri yüklemsiz cümleler sarfetmeye başladı. PEZEVENK. Bir buçuk lira için gecenin bir vakti Avrupa yakasından Anadolu yakasına geçmeye çalışan bir insanı amacına ulaşmaktan çok uzakta, çaresiz kalma, ölümcül riskler alma, rest çekme, yaralanma, tecavüz, cinayet, intihar gibi ihtimallere saldı. Fark etmeden biraz yüksek ve ağlamaklı bir ses tonuyla "müsait bir yerde" inmek istediğimi belirttim. Piç herif hala arada bir bana dönüp CIK CIK demeye devam ediyordu. Durumu idrak eden ön koltuk kahramanı güzel abimiz, kolunun altına aldığı kadınından sıyrılıp sevap işlemeye yeltendi. "Aaa, olur mu öyle şey? Bir buçuk lira için yapılır mı? Ben vereyim lütfen!". Kendini saran adamın gönlünün bir başkasına bu denli cömert davranmasından pek hoşlanmayan kadın da dönüp beni şöyle bir süzdü ama işlenen sevaba müdahale etmedi. Muhtemelen yapılan iyiliğin karşılıksız kalmayacağını, belki de bu iyilik sayesinde birkaç sene içerisinde mutfağında yerini alacak son model portakal sıkacağını düşünüp sustu. Ön koltukta ikamet eden diğer abla da davaya dahil olup EN ÇOK SEVAP İŞLEME YARIŞIna yavaş bir giriş yaptı. Sanırım o da "Allah beni sevdiğime bağışlar belki, Allah rızası için bir buçuk lira nedir ki?" mottosuyla cüzdanını çıkardı. Çok yalnız ve mutsuz görünüyordu. Yorgunluğun da getirdiği yavaşlık ile yarışmayı kaybetti. Ön koltuk kahramanı abimiz bu çirkin "sevap işleme ve zavallı kıza en çok acıma yarışını" kazandı. Şöförler Odası, Türkiye ekonomisi ve insanlık kazandı. Ben kaybettim. Piç kurusu sarı dolmuş müdürü hala söyleniyordu. Paranı aldın, artık sus AMIN OĞLU! Önüne bak! Bütün bu olanlara daha fazla maruz kalmamak için, esasen paramın olduğunun bir göstergesi olan "i-pod"umun kulaklığını takıp gözlerimi kapadım. Gözümün önünden sarı dolmuş müdürünün, tecrübesiz taksim akıncılarının, sevap yarışmacılarının yüzleri silinmedi bir türlü. Defalarca sinirlendim. Sinirden kapalı gözlerim doldu. İnerken ön koltuk kahramanlarına teşekkürü borç bilip, sarı dolmuş müdürüne keskin bakışlar atmayı ihmal etmedim. Gözüm ve göz kapağım arasına dolan sıvıyı boşaltmak, şanzımanı dağıtmamak ve motora daha fazla zarar vermemek adına normalde inmem gereken yerden elli adım kadar önce indim.


Şimdi dağılın orospu çocukları.





"Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar 
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da"
 

Edip Cansever.